Life is...

Arkada bıraktıklarımız, yaşadıklarımız, hayallerimiz ne kadar acı verebiliyor bazen. Bir olay, bir kişi, bir hayal. Ne fark eder? Bunların bize sağladığı şeyler nedir? Bir şehrin o koca baskısı altında, gelmeler, gitmeler, daha doğrusu gidememelerdir bizi bu acı hayatın içine çeken. Bu bir zamanlama sorunu mudur her zaman. Doğru zamanda doğru yerde olamadığımız sürece bu yaşam bize sürekli zulüm yaşatmak zorunda mıdır? Yaşadığımız her ev bir motel, bulunduğumuz her ortam bir han gibi aslında. Nerede olursak olalım misafiriz. Çevremizdeki insanlar, yaşadığımız olaylar, başkalarının yaşadıkları bir film gibi nihayetinde. Roller, roller, roller... Sevişirken zevk alırmış gibi yapan fahişelerden farkımız yok çoğu zaman. Hayat bize ancak acı vermeye başladığı zaman anlıyoruz rol yaptığımızı. Ama herkes o kadar güzel oynuyor ki. Şehirlerarası otobüs terminallerini, o büyük, içinde herşey olan, pırıl pırıl, mutluluk sattığını söyleyen, burası gerçek eviniz mesajı veren alışveriş merkezleri ile karşılaştırıyorum. Birinde uzaklara gitmeye çalışan, yaşadıkları ayna gibi yüzünde olan -ki bu terminallerde garip bir hüzün vardır çoğu zaman, artık kavuşamamaktan olsa gerek gözlerinde buğulanmalar olan insanlar, diğerinde ise cebindeki parayı bir mutluluk satın alma aracı olarak gören, iyi anne ve babalar olan, yüzlerindeki maskeleri ancak gece yatağa yatınca çıkaran, görsel zenginlikten olabildiğince nasibini almış, o parlak zeminlerde her adım atışlarında bu dünyanın sahibi bizleriz edası taşıyan insanlar... O kadar farklılar ki... Fark yaşadıkları ortam, çevre, iş, para değil. Fark hayatı dışarıdakilere algılatma biçiminde. Yüzlerine iyi bakarsanız göreceksiniz.

Hiç yorum yok: