Life is...

Ayrı hayatlar gibi görünen ama aslında bir bütün halinde yaşamımız. Bir an bile durmaksızın devam ettiğimiz yolculuğumuz. Defalarca geldiğimiz yol ayrımları. Kişiler, kişilikler arasında hep doğru seçim yapma zorunluluğumuz.

Ellerimizde cep telefonları, önümüzde bilgisayarlar, güzel kıyafetlerimiz, jöleli-fönlü saçlarımız, rujlu dudaklar, seksi iç çamaşırları, birbirine dokunmaya korkan insanlar. En son hangi birimiz mektup yazdık? El yazılarımızı kim biliyor? Dijital dünya içinde kaybolan analog ruhlarımız.

Her iyi şey arkasında kötü bir iz bırakıyor.

Koskoca evrende küçücük bir dünyaya hapsolmuş yaşıyoruz. Tıpkı koskoca ruhumuzun bilgisayarlar tarafından yutulması gibi.

Herkes yorgun. Herkes bıkmış. Herkes bir şey arıyor.

Mutlu olacağız diye debelenirken mutluluğun ne olduğunu bile bilmiyoruz. Başkasının mutlu olduğunu sandığımız için biz de olmak istiyoruz sadece. Oysa herkes aynı.

Şu aşağılık dünyada hepimizin bir sınıfı var. Aşağıdakilere gülmek için. Bununla mutlu olmak için. Başkasının mutsuzluğu bizim mutluluğumuz artık. Çünkü ruhumuzun mutlu olma ihtimali yok. Kalmadı. Çoktan bedenlerimizden ayrıldı ruhlarımız. Nefes alan taşlar gibiyiz.

Yollardan akan kalabalıkların tek amacı bir yere gidebilmek. Neresi olursa. Yeter ki o yol onları bir yere götürsün. Evine, iş yerine, okula, sevgilisine, arkadaşına, çocuğuna… “Bir yere gidemeyenler bizden değildir”. Budur düsturumuz. Biz hepimiz bir yere gittik çünkü değil mi? Neresi olduğunun bir anlamı olmadan.

Sanki aradığımız şey uzaklarda. Çok uzaklarda. O yüzden mi bu kadar ümitsiziz? O yüzden mi bu kadar katılaştı vücutlarımız? Kim bilir belki de o yüzden mektup yazmayışımız. Adresi belli olmayan Nerdesin Mahallesi, Mutluluk Caddesi, Huzur Sokak...

Gider mi bu mektup?

Gider mi?

Hiç yorum yok: